Iii beynəlxalq türk dünyasi araşdirmalari simpoziumu III. Uluslararasi türk dünyasi araştirmalari sempozyumu ІІІ халықаралық ТҮркі әлемі зерттеулері симпозиумы


g. Şehitlerin ölmediği diri oldukları düşüncesini



Pdf көрінісі
бет11/102
Дата03.03.2017
өлшемі42,43 Mb.
#6018
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   102

g. Şehitlerin ölmediği diri oldukları düşüncesini işleyen anlatmalar sözlü kültürde yaşamaktadır. 

Genelde  aynı  mangada  savaşan  askerlerden  birisi  savaş  sırasında  koynundan  çıkardığı  mektubu 

arkadaşına verir ve ben savaştan sonra dönemeyeceğim; bunu benim filan yerde yaşayan aileme götür der. 

Asker,  canım  öyle  şey  mi  olur  derse  de  o  dönemeyeceği  konusunda  ısrar  eder.  Gerçekten  savaşın 

bitiminden  sonra  mektubu  alan  asker  memleketine  döner  ve  sözü  edilen  adrese  gittiğinde  iki  yaşlı  ile 

karşılaşır. Mektubu uzattığında yaşlıların: 



“Evet,  bu  yazı  bizim  oğlumuzun  ama  o  Kore’de  şehit  oldu”  demeleriyle  gerçek  ortaya  çıkar 

(Alptekin 2014:195-201). 

Bu  husus  Kur’an’da;  “Allah  yolunda  öldürülenlere  ‘ölüler’  demeyin.  Hayır  diridirler,  fakat  siz 

farkında olamazsınız.” (Bakara Suresi 154. Ayet; Âl-i İmrân Suresi 169. Ayet) ayetlerinde geçmektedir. 

ğ. Cami-hamam ilişkisini konu alan efsane motifinin kökeni de dinîdir. İslamiyet temizliğe önem 

veren  bir  dindir.  Cami  inşaatı  esnasında  işçilerden  birisinin  omzundaki  taşı  indirmemesi  ustabaşının 

dikkatini çeker. Meselenin esasını anlayan ustabaşı, hemen cami inşaatını bıraktırır ve hamam inşaatını 

başlatır.  Bu  da  İslamiyet’in  ihtilam  olmuş  birisinin  yıkanması  gerektiği  kuralından  kaynaklanmaktadır 

(Alptekin 2014: 174). 

h.  Kore  ve  Kıbrıs  savaşlarında  aşırı  sıcakta  Türk  askerlerinin  üzerinde  dolaşan  bulut 

motifinin  kökeni  de  dinîdir.  Güney  Kıbrıs’taki  Hala  Sultan  için  de  benzer  efsanelerin  anlatıldığını 

hatırlamakta yarar vardır. Bu husus bakınız A’raf Suresi’nde nasıl geçmektedir:  



“Hani bir zamanlar biz, o dağı bir gölgelik gibi onların tepelerine çekmiştik de üzerlerine düşecek 

sandıkları  bir  hâlde  demiştik  ki;  size  verdiğimizi  sımsıkı  tutun  ve  içindekini  hatırınızdan  çıkarmayın, 

umulur ki korunursunuz.” (A’raf Suresi 171. Ayet). 

2. Efsanelerin kaynağı mitolojidir: Bugün Anadolu coğrafyasında olduğu gibi Türkiye dışındaki 

Türkler arasında da anlatılan şekil değiştirme konulu pek çok efsanenin kökenini mitolojiyle ilgilidir. 



a. İnsandan başka bir canlıya dönüşme motifi: Gelenek ve göreneklere karşı gelinmesi sonucu 

gelinin  duası  üzerine  “kuşa  dönüşmesi”,  vb.  gibi  şekil  değiştirmeler  bu  bölümün  güzel  örnekleri 

arasındadır:  Taraklı  Kuş,  İbibik  Kuşu,  Şapapinik  Kuşu,  vb.  (Sakaoğlu  2008:  177-178,  183;  Alptekin 

1993: 146-149; Önal 2003: 129-130; Göde 2010: 270; Alpaslan 2011: 354-355).  

Hileli  alışveriş  yapan  tüccarın  terazinin  bir  gözünün  altına,  bir  gözünün  üstüne  getirilerek 

“kaplumbağaya  dönüştürülmesi”  (Sakaoğlu  2008:  185-186;  Ergun  1997:  475-476;  512-516;  645-646; 

670-676; 779-780; 793; Önal 2003: 146-147) efsane olarak anlatılıyorsa mitolojik özellikler daha çok öne 

çıkmaktadır. Nitekim kaplumbağa uzun ömürlülüğü ve dayanıklılığı temsil etmektedir.  



“Ölçtüğünüz  zaman  da  tam  ölçün  ve  doğru  terazi  ile  tartın.  Bu,  hem  hayırlıdır,  hem  de  netice 

itibarıyla  daha  güzeldir.”  (İsrâ  Suresi  35.  Ayet)  ayetinin  de  metnin  efsaneleşmesinde  etkili  olduğunu 

düşünmekteyiz. 

Eğer mitoloji biliminin tanımı; insanoğlunun bilinmeyenler karşısında uydurduğu hikâyeler ise taş 

kesilmelerin  büyük  çoğunluğu  mitolojiye  daha  yakındır  diyebiliriz.  Bununla  beraber  halk  arasında 

yaşayan  bu  anlatılar  zamanla  dinî  kıssalara  yaklaştırılarak  inanç  kültürünün  öne  çıkmasına  sebep 

olmuştur.  



b.  Olağanüstü  varlıklar  motifi:  Hemen  hemen  Türkiye’deki  bütün  efsane  kitaplarına  alınan 

“olağanüstü  varlıklarla  ilgili  efsaneler”  arasında  adlarını  andığımız  alkarısı,  albastı,  kepoz  ve 



celmaguz’un kökeni de mitlerdir (Sakaoğlu 2008: 142-145; Alptekin 1993: 126-143; Görkem 2006:173-

175).  Çok  eski  bir  inanışa  dayanan  alkarısı  bugün,  Türk  dünyasının  her  yerinde  bilinmektedir.  Yeni 

doğum  yapan  kadın  ve  bebeğine  musallat  olan  bu  olağanüstü  yaratıktan  korunma  pratiklerini  de  mit 

bilimi içerisinde değerlendirmekte yarar vardır. 



55 

Prof. Dr. Ali Berat ALPTEKİN/Türk Dünyası Efsanelerinin Kökeni Üzerine 

Dev, cin, peri, şeytan, vb. kahramanlar daha çok masallarla birlikte anılırlar. Bunlardan cin ve peri 

konulu  anlatmaları,  efsanenin  bir  başka  dalı  diyebileceğimiz  memoratlar  içerisinde  değerlendirmenin 

daha  yerinde  olacağına  inanmaktayız.  Aynı  husus  dev  için  de  geçerlidir.  Türkiye’de  Gülek  Boğazı’na 

bağlı olarak anlatılan efsanede dev anası ve dev babasının kavga etmesi üzerine anne dev bebeğini alarak 

evi terk eder. Anne devin, bebeğini düşürmesi üzerine baba dev dağı ikiye ayırır ve yavrusunu kurtarır. 

Aslında  burada  anlatılmak  istenenlerden  birisi  evlilik  hayatında  yaşanan  karı  koca  kavgasıdır.  Efsane 

anlatıcısı  devi  insan  gibi  düşünmüş  ve  dişi  dev  evini  terk  ederken  çocuğunu  da  yanına  almayı  ihmal 

etmemiştir.  Efsane  bu  yönüyle  günlük  hayatın  bakiyeleri  olarak  değerlendirilebilir.  Ancak  koca  dağın 

ikiye  ayrılması,  mitik  bir  gücü  gerektirdiğinden  olağanüstü  şahıslarla  ilgili  mitler  içerisinde 

değerlendirmenin daha isabetli olacağı kanaatindeyiz (Sakaoğlu 2008: 195-196). 

Ayrıca  devlerin  dinî  özeliklerinin  olduğunu  da  hatırlamada  yarar  vardır.  Bilindiği  gibi  Hz. 

Süleyman’ın  kibrit-i  ahmer  yüzüğünün  üzerinde  Allah  yazılıdır.  Bu  yüzüğün  sayesinde  bütün  kuşlara 

hükmedebilme  yeteneği  vardır.  Günün  birinde  abdest  almak  için  yüzüğü  çıkarıp  karısına  verir.  Hz. 

Süleyman’ın kıyafetine giren dev hile ile yüzüğü parmağına takarak tahta geçer. Yüzüğü geri almak için 

Hz. Süleyman’ın başına gelmeyen kalmamıştır (Levend 1980: 120; Alptekin 20015: 69-82). 

c. Bazı dağ ve bitkilerin oluşumu motifi: Bilhassa köken itibariyle insan asıllı olan dağ ve şehir 

efsaneleri de mitoloji kaynaklı olup bunun en güzel örnekleri Büyük Ağrı, Küçük Ağrı Dağı ve Mersin 

efsaneleridir (Alptekin 2014: 85-86; 130). 

Bitki  ve  ağaçlara  bağlı  olarak  oluşan  efsanelerin  kökeni  de  mitlerde  aranmalıdır  (Alptekin  2014: 

129-130). 

3. Efsaneler gerçek hayatın artıklarıdır: Bugün Türkiye ve Türk dünyasında anlatılan efsanelerin 

bir bölümü günlük hayatımızın efsaneleşmiş şeklinden başka bir şey değildir. Halk arasında inanış veya 

gelenek görenek olarak da bilinen bu hikâyeler zamanla efsaneleşmektedir. Nitekim Türkiye’de nimete 

saygısızlık günah olarak kabul edilir ve bulunan bir ekmek kırıntısı bile yerden alınarak yüksekçe bir yere 

konulur. Nimete saygısızlık edenler ise genellikle taş kesilirler. 

Yine töreye karşı gelme cezalandırılmanın sebebi olarak görülmektedir. Nitekim iki gelin alayının 

karşılaşması,  gelinin  çeyiz  olarak  götüreceği  bir  eşyayı  (oklava,  tur  torbası,  elek,  vb.)  unutması  taş 

kesilmenin sebepleri arasında sayılmaktadır. 

Türkiye’de  çok  bilinen  ve  filmi  de  yapılan  kara  koyun  efsanesi,  geçiş  dönemlerinden  evlenme 

âdetleriyle  ilgilidir.  Çobanın  beyin  kızını  alabilmesi  sürüsüne  su  içirmeden  ırmağı  geçirmesine 

bağlanmaktadır ki, bu da göçer hayatın -bir ölçüde- başlık parasından başka bir şey değildir. 

Anadolu  köylüsünün  hayatının  bir  parçası  olan  ve  köy  çeşmesinden  su  doldurulması  sırasında 

karşılaşılan  ağaçların  secde  etmesi  de  günlük  hayatımızın  bakiyesidir.  Çünkü  bundan  yirmi  yıl  önce 

evlere su köy çeşmesinden getirilirdi. Yine böyle bir zamanda sabahleyin çeşmeye su doldurmaya giden 

gelin  kavakların  secde  ettiğini  görür.  Kavakların  secde  etmesi  vahdet-i  vücut  nazariyesine  göre 

yorumlandığında, dünyadaki her şey Cenab-ı Allah’ın tecellisinden başka bir şey olmayıp zikretmesi de 

gayet normaldir (Duymaz 2014: 267-290). 

Yer adlarıyla ilgili efsaneler de büyük ölçüde günlük hayatın izlerini taşımakta olup bunlar daha 

çok  günlük  konuşmalarımızdaki  kavramların  zamanla  bozulmasından  kaynaklanmaktadır:  “Burada 

durdan” Burdur, “Mola”dan Muğla, “İzinimdir haydi gitten” İzmit, “Eli eğriden” Ereğli, “Eğire durdan” 

Eğirdir,  “İptida  Sala”dan  İpsala,  kalenin  burcuna  sancağı  dikeyim  miden  Lâdik  adları  aklımıza 

gelenlerden birkaçıdır. 



Sonuç 

Bildirimizde  bütün  efsanelerin  değerlendirilemeyeceği  herkesin  malumudur.  Amacımız 

meslektaşlarımıza  Türk  dünyası  efsanelerinden  seçtiğimiz  örneklerden  hareketle  bir  fikir  verebilmektir. 

Burada şu hususu da belirtmek isteriz ki bu tür araştırmalarda batılı kaynaklar ve yazarların görüşlerine 

itibar edilirken yerli düşünce pek dikkate  alınmamaktadır. Oysa yabancı araştırıcılar hiçbir zaman Türk 

dünyası ve İslam âlemini bizden daha iyi tanıyamazlar. 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi efsanelerin büyük bir kısmının kaynağı dinden beslenmektedir. Bir 

kısmını verdiğimiz örnekler bunun delilinden başka bir şey değildir. 

Mitoloji ve günlük hayatın bakiyeleri olarak değerlendirdiğimiz diğer gruplarda da din olgusu her 

zaman  vardır.  Nitekim  gelenek  ve  göreneklere  dayanan  efsaneler,  dinî  olmasa  bile  halk  düşüncesinde 

dinîymiş gibi kabul görmektedir. 


56 

III. Uluslararası Türk Dünyası Araştırmaları Sempozyumu 

Mitoloji  kaynaklı  efsanelerde  ise  İslamiyet’ten  önceki  inanışların  izleri  kendini  daha  çok 

göstermektedir.  Türkiye’de  taş  kesilmeler  dine  saygısızlığa  dayandırılırken,  Sibirya  ve  Altay  yöresi 

anlatılarında taş kesilen şamandır. 

Efsanelerin  kaynakları  dini,  mitolojik  veya  günlük  hayatın  artıkları  olması,  insanların  fıtratının 

temeli olan “inanma-inanç” temelinden kaynaklanmaktadır. Bu özelliğinden dolayı geçmişten günümüze 

insanoğlunun yaşadığı çağın şartlarına uygun olarak sosyal hayatı düzenlemesi ve her birinden bir öğüt, 

ders çıkarılması hayatı daha yaşanılır kılmaktadır.  

Türk  dünyası  efsanelerinde  “dervişin  bastonunu  vurmasıyla  su  çıkması”,  “göllerin  oluşması”  ve 

“taş  kesilme”nin  dışında  kalanlar  pek  benzer  değildir.  Bunun  sebebinin  geçen  yüzyıllarda  aranması 

gerektiğine  inanmaktayız.  Kardeş  halklar  arasındaki  kopuşlar  zamanla  hafızayı  da  farklılaştırmaktadır. 

Bunun en güzel örneği de efsanelerde görülmektedir. 

KAYNAKÇA 

Akalın, Şükrü H. (1988). Ebü’l-Hayr-ı Rûmî / Saltuk-nâme II, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. 

Akalın, Şükrü H. (1988). Ebü’l-Hayr-ı Rûmî / Saltuk-nâme III, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. 

Alpaslan, İ. (2006). Demirci Efsaneleri, İzmir. 

Alpaslan, İ. (2010). Ağrı Efsaneleri, İzmir: Birleşik Matbaacılık. 

Alptekin, Ali B. (1993). Fırat Havzası Efsaneleri (Metinler), Antakya: TESFA Yay. 

Alptekin, Ali B. (Mart 1994), “1974 Kıbrıs Barış Harekâtının Anadolu Efsanelerindeki İzleri”, Erciyes, (195). 

Alptekin, Ali B. (Bahar 2009). “Türk Masal ve Hikâyelerinde Görmeyen Gözün Tedavi Edilmesi Motifi Üzerine”, 



Millî Folklor, (81), 18-26. 

Alptekin, Ali B. (2011). Halk Bilimi Araştırmaları, Ankara: Akçağ Yay. 

Alptekin, Ali B. (2014). Efsane ve Motifleri Üzerine, Ankara: Akçağ Yay. 

Alptekin, Ali B. (Bahar 2001). “Tataristan’da Anlatılmakta Olan Bezdonneye (Dipsiz Göl) Efsanesinin Varyantları 

Üzerine Bir Araştırma”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, (11), , 154-165. Aynı yazı için bkz. Efsane ve 

Motifleri Üzerine, Ankara 2014, 221-231. 

Alptekin, Ali B. (2015). “Beş Yazılı Kaynakta (Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Hacı Bektaş Veli Velâyetnâmesi, 

Battal Gazi Destanı, Saltuknâme, Hazreti Ali Cenklerinde) Dev”, Türk Dünyası Masal Araştırmaları (Tastan 

Akay’dan Keloğlan’a), Ankara: Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yay. 

Atnur, G. (2002). Başkurt ve Tatar Efsaneleri Üzerine Karşılaştırmalı Motif Çalışması, (Atatürk Üniversitesi Sosyal 

Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi), Erzurum. 

Ayva, A. (2015). “Larnaka (İskele) ‘Tuz Gölü Efsanesi’ ve Türk Dünyasındaki Benzerleri Üzerine Mukayeseli Bir 

Araştırma”, Kıbrıs Türk Kültür ve Edebiyatı Sempozyumu, Ankara: Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi Yay. 

Baydemir, H. (2011). Özbek Efsaneleri, Erzurum: Fenomen Yay. 

Boratav, Pertev N. (2003). 100 Soruda Türk Folkloru, İstanbul: K Kitaplığı.  

Demir, N.- Erdem, Mehmet D. (2007). Türk Destanları Dizisi Eski Türkiye Türkçesi: Saltuk-Nâme, I, II, III, Ankara: 

Destan Yay. 

Duymaz, A. (2014). “Anadolu-Türk Efsanelerinde Secde Eden Ağaç Motifi Çevresinde Bir Değerlendirme”, Prof. 



Dr. Ali Çelik Armağanı, Ankara: Akçağ Yay. 

Yazır, E. H. (Sadeleştiren Kasım Yayla) (2002). Kur’ân-ı Kerim Yüce Meâli, İstanbul: Merve Yay. 

Ergun, M. (1997). Türk Dünyası Efsanelerinde Değişme Motifi, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay. 

Göde, Halil A. (2010). Isparta Efsaneleri, Isparta: Fakülte Kitapevi Yay. 

Görkem, İ. (2006). Elazığ Efsaneleri İnceleme-Metinler, Elazığ: Manas Yay. 

Güzel, A. (2004). Kaygusuz Abdal (Alaaddin Gaybî), Ankara: Akçağ Yay. 

Levend, Agâh S. (1980). Divan Edebiyatı Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar, İstanbul: Enderun Yay.  

Ocak, Ahmet Y. (1999). İslâm Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma 

Enstitüsü. 

Önal, Mehmet N. (2003). Muğla Efsaneleri, Muğla: Muğla Üniversitesi Yay. 

Sakaoğlu, S. (1980). Anadolu Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Efsanelerin Tip Kataloğu, Ankara: 

Kültür Bakanlığı Yay. 

Sakaoğlu, S. (2008). 101 Anadolu Efsanesi, Ankara: Akçağ Yay. 

Sakaoğlu, S. (2009). Efsane Araştırmaları, Konya: Kömen Yay. 

Yusuf Sıddık http://resulullah.org/sularla-ilgili-mucizeler. 02.02.2006. 


SABİR’İN ESERLERİNDE  

KAVRAMSAL BOYUTLARI İLE “USUL-I CEDİD” VE TOPLUMSAL ELEŞTİRİ 

Prof. Dr. Ali EROL

 

Özet: Çarlık Rusya’sının yürüttüğü asimilasyon politikaları gereği yüzyıllarca bu coğrafyada yaşayan Türk-



Müslüman  toplumlara  ana  dilleri  ile  eğitim,  okuma  ve  öğrenme  hakkı  verilmemiştir.  Eski  tip  eğitim 

sisteminin uygulandığı mektep ve medreseler ise gerek müfredat gerekse öğretim yöntemleri nedeni ile çağın 

gerisinde kalmış, işlevini yitirmiştir.  

XVII.  yy’ın  ikinci  yarısından  itibaren  Kursavî,  Mercanî,  Feyizhanî,  Nasırî  gibi  kültür  ve  ilim  adamlarının 

başlattıkları aydınlanma ve  yeniden yapılanma çalışmaları sonucunda Türk dünyasında Cedidizm olarak da 

bilinen bir uyanış devri başlamıştır. Aynı anlayış çerçevesinde  Azerbaycan’da Bakıhanlı Kudsî, Mirza Şefi 

Vazeh, Seyid Azim Şirvanî, Mehemmed Tağı Sıdkı gibi eğitimci şahsiyetler sayesinde yeni okullar açılmaya 

başlanmıştır. 

Gaspıralı  İsmail’in  “usul-ı  cedid”  adı  altında  daha  profesyonel  ve  organize  bir  hareket  hâline  getirdiği  bu 

çalışmalar  Azerbaycan’da  1905  manifestosunun  ardından  “Maarifçiler”  olarak  bilinen  isimler  tarafından 

sahiplenilmiş, birbiri ardınca usul-ı cedid okulları açılmış on yıl içerisinde okuryazar sayısında büyük artışlar 

sağlanmıştır. Ancak diğer taraftan çıkar çevrelerince bu okullara karşı “frenkleşme” kaygı ve suçlamaları ile 

yoğun bir karalama kampanyası başlatılmıştır. 

Azerbaycan edebiyatında bu konuyu değişik boyutları ile edebî sahaya taşıyan en önemli isimlerden biri Ali 

Ekber  Sabir’dir.  Bu  bildiri  de  “usul-ı  cedid”  okullarına  karşı  yapılan  kara  propagandanın  halk  kitleleri 

üzerindeki olumsuz etkileri ve Sabir’in şiirlerindeki yansımaları örneklerle ortaya konulacaktır.  



Anahtar Kelimeler. Ali Ekber Sabir, Gaspıralı İsmail, Usul-ı Cedid 

The Conceptional Framework of “Usul-ı Cedid (The New Method)” and Social Criticism in Sabir’s 

Works 

Abstract:  The  Turkish  Muslims  living  under  the  rule  of  Tsarist  Russia  were  not  granted  the  right  of 

education  in  their  native  language  due  to  the  requirements  of  assimilation  policies  for  centuries.  The  only 

available  schools  and  madrasahs  employed  an  old  fashioned  curriculum  and  education  methods  therefore 

gradually became useless and out of date.  

A new movement known as Cedidism emerged in the Turkish World as a consequence of the efforts of the 

intelligentsia pioneered by Kursavi, Mercani, Feyizhani, Nasiri to reform and enlighten the society from the 

second half of 17th c. The new renovation trend led to the introduction of new modern schools in Azerbaijan 

thanks to the efforts of Bakıhanlı Kudsi, Mirza Şefi Vazeh, Seyid Azim Şirvani and Mehemmed Tağı Sıdkı. 

It was Gaspırali İsmail who took a  more organised and resolute step to put the  new reformation trend into 

action under the term “usul-ı cedid” and raised awareness amongst “Maarifçiler” in Azerbaijan shortly after 

the  1905  manifest.  Consequently  usul-ı  cedid  schools  were  opened  one  after  another  in  Azerbaijan  and  the 

rate of literacy grew considerably within ten years. On the other hand there was a ruthless smear campaign 

against  those  schools  on  the  grounds  of  criticisms  and  accusations  of  causing  the  society  to  acquire 

Europeans ways of behaving and thinking.   

Ali Ekber Sabir was on the major figures to address that issue from various aspects in Azerbaijani literature. 

This paper discusses the negative effect of the smear campaign against “usul-ı cedid” schools on masses and 

its reflection in Sabir’s poetry. 

Keywords: Ali Ekber Sabir, Gaspırali İsmail, Usul-ı Cedid 

Cedidizm  akımı  XVII.  yüzyılın  ikinci  yarısı  ile  XIX.  yüzyılın  başlarında  Abdülnasır  Kursavî 

(1770-1814),  Şehabeddin  Mercanî  (1815-1889),  Hüseyin  Feyizhanî  (1826-1866)  Abdulkayyum  Nasırî 

(1824-1907) gibi kültür, sanat ve ilim adamları tarafından önce din, ilim ve siyasi eksenli bir aydınlanma 

düşüncesi  ile  başlatılmış,  zamanla  Gaspıralı  İsmail’in  dil  ve  eğitim  alanında  başlatacağı  sistematik 

çalışmalarla birlikte hayatın her alanındaki yenileşme çalışmalarını kapsayacak bir reform, bir uyanış bir 

yeniden yapılanma hareketine dönüşmüştür.  

Bu  hareketin  Azerbaycan  coğrafyasındaki  temellerini  atanlar  ise  Bakıhanlı  Kudsî  (1794-1847), 

Mirze Fethali Ahundzâde (1818-1878), Hasanbey Melikzâde Zerdabî (1837-1909) ve Seyid Azim Şirvanî 

(1835-1888) gibi yenilikçi şahsiyetlerdir. Söz konusu isimler geniş kitleleri aydınlatma amacı içerisinde 

                                                      

 



Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü erolali99@gmail.com 

58 

III. Uluslararası Türk Dünyası Araştırmaları Sempozyumu 

kültürel  çalışmalara  yönelmişler,  bunun  için  de  özellikle  basın,  tiyatro  ve  okula,  okullaşmaya  ayrı  bir 

önem atfetmişlerdir.   

Şüphesiz  ki  tıpkı  Rus  coğrafyasındaki  diğer  Türk  ve  Müslüman  toplumlarında  olduğu  gibi  bu 

yöndeki  adımların  başarılı  olmasında  Gaspıralı  İsmail  oldukça  önemli  bir  rol  oynamıştır.  Geleceğin 

eğitim  toplumunu  yaratma  düşüncesinde  olan  Gaspıralı,  her  şeyden  önce  o  güne  kadar  yapılan 

çalışmaların daha bilinçli ve organize faaliyetlere dönüşmesine ön ayak olmuştur. 1881 yılından itibaren 

Bakü,  Kazan,  Taşkent,  Ufa  gibi  merkezî  bölgelere  seyahatler  yapmış,  gözlemlerde  bulunmuş,  tespit  ve 

teşhislerini  gazetesi  Tercüman  ile  geniş  kitlelere  ulaştırmayı  başarabilmiştir.  Azerbaycan’da  da  Hasan 

Bey Melikzâde Zerdabî, Seyid Azim Şirvanî, Habib Bey Mahmudbeyli, Sultan Mecit Ganizâde, İsmail 

Kutsî  gibi  pek  çok  yenilikçi  isim  bu  gazeteyi  yakından  takip  etmişler,  değişik  yayın  organlarında 

Gaspıralı’nın  fikirlerini  yayımlayarak  konunun  değerlendirilme  ve  tartışılmasını  olgunlaşmasını 

sağlamışlardır. Ancak bütün bu gayretlere rağmen mevcut çalışmalar itibarıyla 1905 yılına kadar istenilen 

sonuçlara ulaşılamamıştır (Devlet 1999: 199).  

1905 manifestosu ile kısa süreliğine de olsa sağlanan serbestiyet bu bağlamda yeni ve daha uygun 

fırsatlar yaratmıştır. Matbuatın da desteği ile konu daha geniş bir zeminde tartışılmaya başlanmıştır. Diğer 

taraftan bu yıllarda meselenin sadece bir aydınlanma meselesi olmadığının anlaşılması ve milli bir dava 

hâline dönüştürülmesi de süreci hızlandırmış, güçlendirmiştir. Nitekim bu düşüncelerle Türkiye ve diğer 

Türk toplumları ile kültürel koordinasyon sağlanmış, Hayat, Füyuzât, Terakkî, İrşad, İkbâl, Hakikat gibi 

bazı  yayın  organları  gelişmeleri  kendi  insanlarına  anlatma  ve  onları  bilgilendirme  gayreti  içerisine 

girmişlerdir.  Dil  birliği  konusundaki  fikir  ve  değerlendirmeler  Kırım  ve  Kazan’dan  başlayarak  bütün 

Türkistan ve Azerbaycan’da büyük heyecan yaratmış, Gaspıralı'nın özellikle “dilde birlik” ilkesi üzerinde 

daha  somut  adımlar  atılmaya  başlanmıştır.  Bu  bağlamda  Nijini-Novgorod’da  29  Ağustos-3  Eylül  1906 

tarihleri arasında düzenlenen ve aralarında başta yine Gaspıralı İsmail Bey olmak üzere Sadri  Maksudî 

Arsal, Mirza Cafer Topçubaşı Akçuraoğlu Yusuf, Fatih Kerimî gibi mütefekkirlerin de bulundukları “III. 

Umum  Rusya  Müslümanları  Kongresi”nde  Rus  coğrafyasında  yaşayan  Müslüman  toplumların  eğitim 

sistemini  de  içine  alan  ve  Türkçe’nin  bütün  Türk  dünyasında  ortak  bir  dil  hâline  getirilmesi,  onun 

mümkün  mertebe  yabancı  dil  istilasından  temizlenmesi  yönünde  bir  rapor  hazırlanmıştır.  Uzun  süren 

tartışmaların  ardından  bu  rapor  kabul  edilmiş,  böylece  eğitim  konusunda  Rusya’daki  Müslüman 

toplumlar arasında bir birlik sağlanması karara bağlanmıştır.  

Ancak  bu  olumlu  hava  çok  uzun  sürmeyecek  ve  kısa  bir  süre  sonra  Müslüman  basın-yayın 

organları susturulacak, ardından takip ve tutuklamalar gelecektir. Nitekim bu gelişmeler nedeniyle üçüncü 

kongreden  sonra  Haziran  1914'e  kadar  bu  çapta  başka  bir  kongre  düzenlenememiştir.  Bununla  birlikte 

Rusya’nın  misyoner  faaliyetleri  ya  da  doğrudan  devlet  müdahalesi  nedeni  ile  Türkçe  konusundaki 

çalışmalarda  önemli  engellemelerle  karşılaşılmış  olsa  da  Usul-i  Cedid  okullarının  yaygınlaştırılmış 

olması, Cedidizm çalışmaları adına önemli bir kazanım olmuştur.  

Yeni,  modern  eğitim  metodu  olarak  da  tanımlayabileceğimiz  ve  Gaspıralı’nın  1884’te 

Bahçesaray’da  açtığı  örnek  okulla  başlattığı  usul-ı  cedidin  ilk  benimsendiği  coğrafyalardan  birisi 

Azerbaycan’dır.  

Hatırlanacağı üzere Çarlık Rusya’sının hâkimiyet yıllarında Türk ve Müslüman toplumlara kendi 

okullarını  açma,  kendi  dillerinde  eğitim  görme  hakkı  verilmemiştir.  Problem,  Müslüman  halkın  kendi 

gayretleri ile açmış oldukları mektep ve medreseler ile giderilmeye çalışılmış olsa da bu konuda dikkate 

değer  bir  başarı  kaydedilememiştir.  Zira  çoğunlukla  hayırseverlerin  katkıları  ile  açılan  bu  okullarda 

uygulanan  program  ve  metod  çağın  oldukça  gerisindedir  ve  yedi  sekiz  yıllık  eğitim  süreçlerinde  dahi 

okuma yazma öğreniminde tam olarak başarıya ulaşılamamıştır (Hablemitoğlı 1997: 131). 

 

Azerbaycan’da yeni tarz okul ve okullaşma konusunda ilk muhakeme Bakıhanlı Kudsî’den gelir. 



Ardından  Mirza  Şefi  Vazeh  (1794-1852)  1830’da  Gence’de,  kısmen  yeni  programların  uygulandığı  bir 

okul açar.  Seyid Azim Şirvanî, 1869’da Farsça, Rusça, Türkçe ve Fen, Matematik, Coğrafya gibi pozitif 

bilimlerin  okutulduğu  bir  okul  açar.  Bu  okul  aynı  zamanda  yeni  müfredat  ve  yöntemleri  ile 

Azerbaycan’da  açılan  ilk  usul-ı  cedid  okuludur  (Caferoğlu  1964:  131)  .  Bu  tür okulların  sayısı  1880’li 

yıllardan  sonra  daha  da  artacak  ve  Şuşa’da  Mir  Muhsin  Nevvâb  (1833-1918),  Ordubad’da  Mehemmed 

Tağı Sıdkı (1854-1904) Bakü’de Habib Bey Mahmudbeyli benzer okullar açacaklardır.  

1905 manifestosunun hemen ardından özellikle “Maarifçiler” olarak da bilinen eğitim gönüllüleri 

tarafından  pozitif  bilimlerin  de  esas  alındığı  yeni  müfredat  programları  hazırlanacak,  eski,  skolâstik 

yöntemler yerlerini daha güncel, daha çağdaş yöntemlere, programlara bırakacaktır. Bütün bu çalışmalar 


59 

Prof. Dr. Ali EROL/Sabir’in Eserlerinde Kavramsal Boyutları ile “Usul-i Cedid” ve Toplumsal Eleştiri 

sonucunda  on  yıl  kadar  kısa  bir  süre  içerisinde  okuryazar  sayısında  büyük  artışlar  sağlanacaktır. 

(Swietochowski 1988: 85).

  

XX.yüzyıl Azerbaycan’ında eğitim, okul ve okullaşma konusundaki kaygılar aynı dönemde edebî 



sahadaki  çalışmalara  da  yansımış,  Celil  Memmedkuluzâde’nin  “Niye  Men  Dersten  Qaçdım”  adlı 

makalesi ile gündeme getirdiği “eğitimde çağ dışı yöntem” (Memmedquluzâde 2004: 30) problemi çeşitli 

boyutları ile  incelenmiş, tartışılmıştır.  Aralarında  Mirza  Ali  Ekber  Sabir’in  de  bulunduğu  Abdulla  Şaik 

Talıbzâde,  Abbas  Sıhhat,  Abdurrahim  Hakverdili,  Sultan  Macid  Ganizâde,  Süleyman  Sani  Ahundov, 

Reşid Bey Efendizâde gibi sanat ve kültür adamları gerek edebî, gerekse pedagojik çalışmaları ile eğitim 

ve terbiye meselesine yönelmişler, komisyonlar kurulmuş, yapılan toplantılarla eğitimin geleceği, ana dili 

ve  alfabe  meselesi,  kız  çocuklarının  eğitimi  gibi  güncel  konular  tartışılmıştır.  Bu  isimlerin  Abdulla 

Şaik’in  ifadesi  ile  “medenî  inkişafın  temel  taşı”(Talıbzâde,  14  Mart  1919)  sayılan  eğitim  çalışmaları 

konusunda  Mir  Celal  şu  değerlendirmeyi  yapmaktadır:    “Maarifçi  yazıçıların  meqsedi,  mefkure 

istiqameti,  fealiyyet  sahesi,  hetta  mövzu  dairesi  bir  idi.  Bunların  çoxu  (S.  Sani,  A.  Şaiq)  zemanesinin 

ziyalı  ailesinden  çıxmış  adamlar  idiler.  Axund  ve  ya  efendi  ailélérinde  böyüyen  bu  gencler  üçün  esas 

fealiyyet  sahesi  ve  méydanı  mekteb  idi.  Özlerinin  kéçdiyi  telim-terbiyeden  ferqli  olaraq  bu  yazıçılar 

‘Üsul-i cedid’ mektebinin, yéni qayda ile tehsil ve terbiyenin qızğın terefdarı idiler. Bu yolda ellerinden 

gelen seyi esirgemirdiler”( Mir Celâl 2004: 318). 

Ancak  maarifçiler  ve  onlara  destek  veren  sair  akımlara  mensup  edebî  şahsiyetler  yeni  eğitim 

sistemine sahip çıkıyor olsalar da diğer taraftan usul-ı cedid okulları, “frenkleşme” suçlaması ile belli bir 

tepkiye  de  maruz  kalmış,  hem  içeriği  hem  de  kavramsal  ve  sembolik  boyutları  ile  polemiklere  neden 

olmuştur.  

Azerbaycan  edebiyatında  usul-ı  cedid  okullarını,  hem  gerekliliği,  hem  de  gösterilen  toplumsal 

tepkiler açısından eserlerine en fazla konu edinmiş olan isimlerden birisi Ali Ekber Sabir’dir. Zira cehalet 

ve buna mukabil ilim, irfan ve terbiye vurgusu, edebî çalışmaları açısından şairin her zaman için öncelikli 

meselelerinden olmuştur. Hatta onun, henüz tanınmadığı yıllarda, 1903’te kaleme aldığı ilk şiirinde bile 

bu  yönde  bir  kaygı  içinde  olduğu  görülür  (Sabir  2004-II:  49).  Onun  duygu  ve  düşüncelerine  tercüman 

olmak gerekirse, insanoğlunun irfan sahibi olabilmesi için önce ilim tahsil etmiş olması gerekir. İlim ise 

ancak eğitim ve öğretimle kazanılabilir (Sabir 2004-II: 80)  

“Arzu”“Ol  Gün  ki,  Sene  Xalıq  Éder  Lütf  Bir  Övlad”,  “Bilmem  Ne  Görübdür  Bizim  Oğlan 

Oxumaqdan”, “Ata Nesiheti”, “Heyat’ın ‘Gop-Gop’una Cavab”, “Uşaqlara”, “Éy Ezizim, Xelefim (Behr-

i  Tevil)”,  “Mektub”,  “Olmur,  Olmasın”,  “Uşaqdır”,  “Terpenme,  Amandır,  Bala,  Géfletden  Ayılma!”, 

“Oxutmuram,  El  Çekin”,  “Vah!..  Bu  İmiş  Ders-i  Üsul-i  Cedid”,  “Tehsil-i  Élm”  gibi  pek  çok  şiirinde 

eğitim ve usul-ı cedid bahsine yer vermiş olan Sabir kendisi de bizzat pedagojik çalışmaları desteklemiş, 

öğretmenlik yapmış ayrıca Şamahı’da 1908’de yeni müfredatın da yer aldığı “Ümid Mektebi”ni açmıştır. 

Bir şiirinde “Ermeni değiliz ki çocuklarımızı okutarak zayi edelim” (Sabir 2004-I: 185) şeklindeki 

vurgusu ile toplumun eğitim konusundaki menfî tavrından oldukça rahatsız olduğunu ifade edecek olan 

Sabir,  bu  tür  şiirlerinde  oldukça  sitemkar  bir  tavır  sergiler.  Bu  nedenle  çoğu  zaman  sembolik  ve 

kavramsal anlamları ile şiirine taşıdığı usul-ı cedid ve buna bağlı olarak da eğitim ve terbiye konularında, 

okulu  ve  okullaşmayı  tebliğ  çalışmalarında  istihzaya  başvurur.  Tersinleme  yolu  ile  problemi  olumsuz 

tiplerin ağzından verir: “Sabir’in şiiri salt tasvirî anlatımdan ibaret değildir. Şair aynı zamanda kinaye ve 

istihza  ile  bir  takım  yorumlar  yapar,  değerlendirmelerde  bulunur.  Ancak  bu  değerlendirmeler  açık 

olmayıp,  çoğu  zaman  ima,  gönderme  ve  çağrışımlarla  önü  açılan  duygu  ve  düşüncelerin,  okuyucu 

muhayyilesinde tamamlanması ile şekillenir” (Erol 2013: 16). 

Sabir’e göre mevcut görüntüsü  itibarıyla usul-ı cedit her şeyden önce eski zihniyetin savaş açtığı 

her fırsatta da karalamaya çalıştığı bir öğretim yöntemidir.  

Yéni mekteb dénilen bid’etin icrası ile  

Bir de berbad édeler xané-i viranımızı. 

 

 

 



(Sabir : 21 Aprel 1908: 3)  

Bu  sisteme  karşı  olan  bir  bağnazın  ağzından  yapılan  bu  tanımlama  ve  benzeri  şikayetler  kimi 

zaman eskiden büyük hürmet gördüklerini “terakki”, “ilim” gibi bir anlam ifade etmeyen saçmalıklarla, 

gençlerin şuurlandırılması gibi abes işlerle uğraşmak zorunda olmadıklarını ifade eden bir başka mollanın 

bakış açısından da şu sözlerle aktarılır.

1

   



                                                      



Достарыңызбен бөлісу:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   102




©emirsaba.org 2024
әкімшілігінің қараңыз

    Басты бет