1
“Molla”, Arapça kökenli bir sözcük olup eskiden “büyük kadı”, “büyük alim”, sonraki dönemlerde ise “medrese
60
III. Uluslararası Türk Dünyası Araştırmaları Sempozyumu
Élm hardaydı, müselman harada, qardaşım,
Ne tereqqi sözü, ne söhbet-i millet var idi!
A dönüm başına, bilmem bu cevanlar ne déyir
Ki, ezel onlara ne qüslü teharet var idi!
(Sabir 2004-I: 176).
“Arzu” adlı şiirinde usul-ı cedid okulları ve öğretmenlerinden, ilimden, bilimden, sanattan, milli
şuur sahibi gençlikten şikayet eden malum çevreleri kinayeli bir dille eleştiren şair, “Bir Behane Elde
Ünvan Étmeli Bundan Sora”
adlı çalışmasında da benzer şikayetler karşısında benzer bir tavır sergiler.
İlim, fen, eğitim gibi kavramlardan duyulan rahatsızlıkların konu edinildiği “Yaşamaq İster İsek Sırf
Evam Olmalıyız” adlı bir başka çalışmada ise son derece ağır bir istihza söz konusudur.
Usul-ı cedid okullarına karşı yürütülen bu kara propagandanın kaynaklarından birini Rusya
tarafından özel görevlendirilmiş olan misyonerler teşkil eder. Sabir bir çalışmasında bu konuya da değinir
ve söz konusu faaliyetlerin belli çevreler tarafından destekleniyor olmasını yine sitemkâr bir üslupla
ortaya koyar. Rus misyonerleri, Petersburg’da yaptıkları bir değerlendirme toplantısı sonucunda
hükümetten azınlıklar tarafından açılan okulların kapatılmasını istemişler, bu talep usul-ı cedidle bir
süredir uğraşan mutaassıp çevreler tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmıştır. Şair “Teşekkür”
adlı söz konusu şiirinde bu gelişmeye yönelir. Girişimi alkışlayan çevrelerin ağzından verilen şiirde
misyonerlere duyulan şükran hisleri dile getirilir, pozitif bilimlerden uygulamadaki yeniliklere kadar her
şeyin tahammül sınırlarını zorlayan birer zulümden başka bir şey olmadığı yönündeki bakış açısı yine
eleştirel bir yaklaşımla işlenir (Sabir
21 Févral 1910: 2).
Eğitimde yenilik taraftarları ile eski zihniyet arasında tartışmalara neden olan sistem tartışması
aslında dinî, toplumsal, sosyolojik ve siyasi boyutları, farklı gerekçeleri ile kaynakları çok daha eskilere
dayanan bir tartışmadır. Zira yeni sistemin benimsetilmeye çalışıldığı bu yıllarda mollahane ve
medreseler de faaliyetlerini sürdürmektedir ve geniş halk kitleleri daha çok geleneksel yöntemlerin
yanındadır. Bunun en büyük nedeni de menfaatleri gereği eskiyi koruma durumunda olan mollaların
başlattığı karalama kampanyalarıdır. “Vah!.. Bu İmiş Ders-i Üsul-i Cedid?!” adlı şiirde de öne
çıkarılacağı gibi, söz konusu çevreler tarafından usul-ı cedid okulları isyan mektebi, burada görev yapan
öğretmenler ise adeta birer şeytan olarak tanıtılmaktadır:
Vah!.. bu imiş ders-i üsul-i cedid?!
Yox...x! Yo...x! oğul, mekteb-i üsyandı bu !
Molla déyil bundakı te’lim éden!
Elhezer ét, bir yéni şéytandı bu!
Dur qaçaq, oğlum, baş-ayaq qandı bu!..
(Sabir 2004-I: 218).
Usul-ı cedidin Müslüman adet ve an’aneleri ile uyuşmadığı, gençlerin yoldan çıkarıldığı gibi
propagandalar dinî duyguları güçlü olan geniş halk kitleleri arasında daha etkili olabilmektedir. Halk
arasında çocukların usul-ı cedid okullarına gönderilmeleri durumunda “gavurlaşacakları”, bunlardan
Müslümana hayır gelmeyeceği düşüncesi hakimdir. Nitekim şair “Millet Marşı” adlı şiirinde usul-ı cedid
karşıtlığının halkın da genel tavrını ortaya koyan bir özetini “İslam üçün gerekmez kafirlerin şü’arı”
ifadesi ile vurgulayacaktır. Bir başka yazısında da aynı tavrı şu sözleri ile özetler: “….. bizleri her bid’ete
iğfal ile iysal éleyirler ki, apar oğlunu vér uşqola mollasına, eyleş balanın yasına, bax birce, sen Allah,
buların vérdiyi fitvasına: ye’ni öz elinle éle övladını bir rus; sed efsus ki, bir pak ve pakize müselman
balası xarici övladı kimi şapqa qoyub, iştot-miştot oxuyub, axırı bir doktor olub, millet-i islamde derde
düşene aptékanın nisfi çaxır, nisfi su eczalarını çare bilib, mö’min-i dindarın éde qarnını murdar…”
1907’de Molla Nasreddin’de yayımlanan ve Sabir’in ilk şiirlerinden olan bir başka çalışmada yine
aynı çevrelerce, 1906’da gerçekleştirilen Birinci Muallimler Kurultayı’ndan duyulan rahatsızlıklar konu
edinilmiştir. Söz konusu şiir, yine diğerleri gibi eski sistemi savunan, yeni sisteme ise alaycı bir uslupla
yaklaşan bir mollanın ağzından yazılmıştır. Şiirde açılması planlanan bu yeni okulun özelliklerini sayıp
döken olumsuz tip aynı zamanda bir tedirginlik ve korku içerisindedir. Toplantıda konuşulacak olan
konuları ve alınacak muhtemel kararları sayıp döker: Yine bildik eski meseleler tartışılacak, erkekler el
talebesi” anlamlarında kullanılmıştır. Sözcük anlamı olarak “din adamı” ve “imam” medresede öğretmen, eskiden
kendi açtığı okulda öğretmenlik yapan imam” şeklinde tanımlanmaktadır. Buradan da anlaşılacağı üzere “molla”
sözcüğü aslında pozitif çağrışımlar yüklü bir kavramdır. Ancak Sabir’in şiirine sıklıkla taşıdığı molla tipi, çıkarları
gereği dini istismar eden kesimleri temsil etmektedir.
61
Prof. Dr. Ali EROL/Sabir’in Eserlerinde Kavramsal Boyutları ile “Usul-i Cedid” ve Toplumsal Eleştiri
birliği ile kız okulları açma temennilerini dile getirecek, bu konuda kararlar alınacak, böylece kızlar
okuyarak “şeref kazanmış” olacaklardır. “Türk dili”nde yeni kitaplar yazılacak, her şehirde bir sanat
okulu açılacak, mimarlar yetişecek, herkes okuyup ilim irfan sahibi olacaktır. Şiirde mezhep
tartışmalarına da değinecek olan söz konusu tip, “Sunnî Şiî ayrımını kaldıracaklarmış” diyerek alaysı
değerlendirmelerini sürdürür:
Efsus!.. sed efsus!.. sene, éy gözel islam!
Kimler sene gör indi terefdar olacaqdır!?
Baş saçlı, ayaq çekmeli, mırt-mırt danışanlar
Din qedri bilib, mö’min ü dindar olacaqdır!..
(Sabir 17 Séntyabr 1907: 2,3).
Sabir’in 1906 da yazdığı “Ol Gün ki, Sene Xalıq Éder Lütf Bir Övlad” adlı çalışmasında da usul-ı
cedide olan menfi bakış açısı yine aynı üslupla aktarılır. Şiirde oğlunu bu okullara göndermemesi için
babayı ikna etmeye çalışan bir molla ile karşılaşırız. Benzer gerekçelerle onu bu niyetinden vazgeçirmeye
çalışır. “Sebr Éle”, adlı bir diğer şiirde de yine aynı tipin ağzından, velilerin eski tip okullara ve mollalara
sahip çıkmaları gerektiği yönündeki düşünceleri vurgulanır:
Mollaların éyleme pis adını,
Salma çöle éybini, her zadını,
Saxlama çox böyle işin yadını
Étse kebin özgenin arvadını,
Özgesine éyleme çox helhele,
Qovzama başın, cocuğum, sebr éle!
(Sabir 2004-I: 172).
Malum çevrelerin yaptığı kara propaganda etkilerini gösterir ve halk arasında da bu okullara karşı
bir direnç başlar. Sabir bu konuyu ele aldığı şiirlerinde tavırları ve ortak yönleri açısından cahil anne ve
babaları hedef alır. Bu anlamda “Mektub” adlı şiirde her gün yeni bir kuralla karşılaştığını, ilimle irfanla
işinin olmadığını, olamayacağını iddia eden, eğer okula gönderirse evladının orada telef olacağını
düşünen bir velî ile karşılaşırız. “Heyat’ın Gop-Gop’una Cavab”adlı bir başka şiirde de benzer bir tasvir
vardır. Çocuğunun okula gitmekle ilimle, irfanla bir yere varamayacağını düşünen babanın tek talebi
haram yollarla da olsa onun para kazanmasıdır. Zira mevki, makam sahibi olmanın, yüksek tabakaya
mensup insanlara, beylere, hanlara ulaşmanın rahat bir hayat yaşamanın tek yolu paradır, zenginliktir.
Bunca ki, gédib mektebe, bildikleri besdir,
Mektebdir adı, léyk heqiqetde qefesdir;
(Sabir 8 Séntyabr 1906: 7).
Sabir’in, okul, eğitim, ilim gibi konularda halkın içinde bulunduğu yanılgıyı vurguladığı bir diğer
şiiri de “Tehsil-i Elm” adını taşır. İlim tahsil etmenin “can belası” olarak tanımlandığı şiirde, çocuğunun
okumasına şiddetle karşı çıkan bir baba hedef alınır bu kez. Gerçek mutluluk ve huzurun tıpkı dağdaki
çobanlar gibi ancak boş gezmekle yakalanabileceğini söyleyen baba, mektep denilen yerin aslında
gönülleri esaret altına alan bir hapishane, ilimle uğraşmanın ise kâfirlik olduğu düşüncesindedir.
Ali Ekber Sabir’in usul-ı cedid okullarının kara propaganda sonucunda halk nezdinde oluşan
olumsuz imajı açısından tasvir ve tahlillere yer verdiği çok sayıda şiirleri bulunmaktadır. Bu şiirler
arasında okula gitmenin utanç vesilesi olarak görüldüğü yönündeki tespitler ile “Ata Nasihatı”, çocuğunu
bu okullara göndermiş olması nedeni ile karısını azarlayan bir kocanın eğitimle, ilim ve bilimle bir yere
varılamayacağı yönündeki şikayetlerine yer verilen “Bilmem Ne Görübdür Bizim Oğlan Oxumaqdan?!”
ayrıca oğlunu okula gitmemesi konusunda ikna etmeye çalışan bir babanın cahilliğinin vurgulandığı
“Olmur Olmasın”, usul-ı cedidin bir eza ve cefa yuvası olduğunu düşünmekle birlikte çevre baskısından
mustarip bir babanın şikayetlerini konu alan “Bir Béle”, yine bu okulların dine zarar verdiğini, yeni
öğretmenlerin dinsiz olduklarını düşünen, çocuğunun bu okula heves ediyor olmasını kabullenemeyen
öfkeli bir babanın tasvir edildiği “Oxutmıram, El Çekin” adlı şiirler, şairin edindiği intibaları özetler
nitelikteki şiirlerdendir.
Bütün bu şiirler, tarihî olayların ve gerçeklerin edebî sahadaki yansımalarına çarpıcı birer örnek
olarak Sabir’in çalışmalarındaki güncelliği bir kez daha gözler önüne sermektedir. Ayrıca yine bu şiirler
Hophopname’ye edebî eser olması yanında ayrıca tarihi bir vesika olma niteliği kazandırmaktadır.
KAYNAKÇA
Caferoğlu, Ahmet (1964). “Azerbaycanda Maarif Hareketleri”, Türk Kültürü, Nu,18, Ankara.
Devlet, Nadir (1999). Rusya Türklerinin Milli Mücadele Tarihi (1905-1917), TTK, Ankara.
62
III. Uluslararası Türk Dünyası Araştırmaları Sempozyumu
Erol, Ali (2013). Hophopname’de Sosyal Tenkit (Sabir’in Meclisinde “On İki kişi”), Azerbaycan Kültür Derneği
Yay, İzmir.
Hablemitoğlu, Necip (1997). Çarlık Rusyası’nda Türk Kongreleri (1905-1917), AÜ Basımevi, Ankara.
Memmedquluzâde, Celil (2004). “Niye Men Dersten Qaçdım” Eserleri II (Haz. İsa Hebibbeyli), Önder Neşriyyat,
Bakı. s.30-31.
Mir Celâl (2004). Azerbaycan’da Edebî Mektebler (Haz. Tehsin Mütellimov), Ziya-Nurlan, Bakı.
Sabir; “Bilmem Ne Görübdür Bizim Oğlan Oxumaqdan?!”, Molla Nesreddin, 16 İyun 1906, No: 11, Tiflis.
Sabir; “Ata Nesiheti”, Molla Nesreddin, 25 Avqust 1906, No: 21 Tiflis.
Sabir; “Heyat’ın ‘Gop-Gop’una Cavab”, Molla Nesreddin, 8 Séntyabr 1906, No: 23, Tiflis
Sabir; “Müellimler Siyezdi”, Molla Nesreddin, 17 Séntyabr 1907, No: 35, Tiflis
Sabir; “Ay Haray!”, Molla Nesreddin, 21 Aprél 1908, No: 16, Tiflis.
Sabir; “Teşekkür”, Molla Nesreddin, 21 Févral 1910, No: 8, Tiflis.
Sabir, Hophopname I (Haz. Memmed Memmedov , Şerq-Qerb,Bakı-2004.
Sabir-Hophopname II, (Haz.Memmed Memmedov Şerq-Qerb, Bakı-2004.
Swietochowski, Tadeusz (1988). Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycanı /1905-1920 (Çev: Nuray
Mert), Bağlam, İstanbul.
Talıbzâde, Abdulla Şaiq. “Mekteblerimiz”, Azerbaycan Qezéti, Bakı-14 Mart 1919.
KARABAĞ ÜZERİNE İKİ ŞİİR
Prof. Dr. Alim GÜR
Res. Assist. Yaşar KESKİN
Özet: XX. asrın ilk çeyreğinden itibaren Azerbaycan ve Ermenistan arasında başlayan Karabağ mücadelesi
genişleyerek uluslararası bir hâl almıştır. Sömürgeci devletlerin de desteğiyle saldırılara devam eden
Ermeniler, Karabağ’ı kendi topraklarına katmak için katliamlarını sürdürmüştür. Sınırın öte yanında yaşanan
bu mağduriyetin acısı bütün Türk dünyasında olduğu gibi ülkemizde de derinden hissedilmiş ve edebî
eserlere de konu teşkil etmiştir.
Bu tebliğimizde Karabağ hakkında genel bilgiler verdikten sonra tarihî gerçeklerden hareketle, meselenin
Cumhuriyet döneminde yazılmış iki manzumeye yansıması üzerinde duracağız. Söz konusu metinler,
yayınlanış sırasına göre; “Karabağ’a Mektup” (Abdürrahim Karakoç) ile “Karabağ Hasreti” (Yavuz Bülent
Bakiler)’dir. Millî duyarlılıkla kaleme alınan bu manzumeler; muhteva, şekil ve anlatım hususiyetleri
çerçevesinde irdelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Karabağ, Abdürrahim Karakoç, Yavuz Bülent Bakiler
Two Poems on Karabakh
Abstract: The conflict that started between Azerbaijan and Armenia at the first quarter of the 20th century
has become an international issue. The Armenians, who continued their attacks with the help of the
imperialist powers, went on their massacre in order to gain Karabag. The pain of this unjust suffering beyond
the border has been deeply felt in our country, as well as in the whole Turkic world, and has been the subject
of many literary works.
In our paper, after giving general information on Karabag, we will focus on the reflection of the conflict on
two poems written in the period of the Republic, by referring to the historical facts. These texts, in order of
their publication, are “Letter to Karabag” (by Abdürrahim Karakoç) and “Yearning for Karabag” (by Yavuz
Bülent Bakiler). These poems which were written with national sensitivity will be analysed based on their
content, form and manner of expression.
Keywords: Karabag, Abdürrahim Karakoç, Yavuz Bülent Bakiler.
Giriş
Kuşkusuz Kafkasya’nın en önemli meselelerinden biri Karabağ’dır. Karabağ, Azerbaycan ile
Ermenistan arasında coğrafî ve tarihî bir ihtilaf konusu olduğundan öncelikle meseleye bu açılardan
bakmak uygun olacaktır. Bu bağlamda başta Karabağ’ın coğrafî konumu ve kısa tarihçesi üzerinde
durmakta yarar vardır (Attar, 2005: X, 1). Günümüzde Ermenistan’ın işgali altında olan Karabağ, dağlık
ve ovalardan oluşan bir bölgedir. Sınırlarını Kür ve Aras Nehirleri ile Gökçe Göl’ün teşkil ettiği Karabağ,
Batıda Ermenistan, güneyde İran’a yakın bir noktada olup Azerbaycan’ı, Ermenistan’ı ve İran’ı kontrole
elverişli stratejik bir konumdadır. Turizm ve ekonomik bakımdan da önemli bir merkez olan bölge;
maden rezervleri, mineral suları, orman ürünleri ve tatlı su balıkçılığıyla da oldukça verimlidir (Taşkıran,
1997:1192; Attar, 2005: 6-8; Yılmaz, 2007: 80).
Tarihî bakımdan insanlığın en eski merkezlerinden biri sayılan, Moğol istilasına kadar
Selçukluların yönetiminde bulunan Karabağ, XIII. asırdan itibaren İlhanlılar, Timuroğulları,
Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler ve Osmanlılar’ın da yerleşim alanı olmuştur. Bölgede yoğun
olmamakla birlikte Ermenilerin de yaşamlarını sürdürdükleri bilinmektedir. Ancak Ermeni nüfusu,
işgalden sonraki yakın zaman hariç
1
, hiçbir dönemde Karabağ’da Türk nüfusuna üstünlük
sağlayamamıştır (Taşkıran, 1997:1192; Attar, 2005: 1, 8-11).
Karabağ, XIX. asırda Rus egemenliğine girene kadar önemli ölçüde özerkliğini korumuştur.
Bölgede söz sahibi olmak isteyen Ruslar, Edirne Antlaşmasıyla (1829) Anadolu Ermenilerini,
Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi TDE Bölümü, alimgur@gmail.com
Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi TDE Bölümü, keskinyasar@gmail.com
1
“1979 yılında bölgenin nüfusu 162,2 bine ulaşmıştır. Bu nüfusun 123,076’sını Ermeniler, 37,264’ünü ise Azeriler
oluşturmaktadır. Bu oran, eskiden beri Ermenilerin bölgeye yerleşimlerinden bu yana ulaştıkları en yüksek orandır.”
(Attar, 2005: 1)
64
III. Uluslararası Türk Dünyası Araştırmaları Sempozyumu
Türkmençay Antlaşmasıyla (1928) da İran Ermenilerini Karabağ’a yerleştirmek için gerekli zemini
hazırlamıştır. Böylece, sistemli bir şekilde izlenen sömürgeci politikalarla Karabağ nüfusunun etnik yapısı
Ermeniler lehine önemli ölçüde değiştirilmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere Ermeni nüfusu bölgede
özel girişimlerle arttırılmıştır. Sistemli olarak yapılan bu uygulamalara rağmen 1832 yılındaki ilk resmî
Rus sayımına göre Karabağ nüfusunun
%
64.8’ini Azerbaycan Türkleri,
% 3
4.8’ini Ermeniler teşkil
etmektedir (Aslan, 1990:46).
XX. asrın ilk çeyreğinden itibaren her iki millet arasında başlayan Karabağ mücadelesi
genişleyerek uluslararası bir hal almıştır. Söz konusu gelişmeler, katliamları da beraberinde getirmiştir.
1936 yılında Transkafkasya Sovyet Federasyonu’nun dağılma aşamasında ve 1945’te Karabağ’ın, kendi
topraklarına dâhil edilmesini isteyen Ermeniler, bu arzularını farklı yıllarda (1960, 1963 ve 1975) da dile
getirmişlerdir. Nitekim sözde soykırımın ellinci yılında (1965) Erivan’da büyük çaplı gösteriler yaparak
Karabağ’ın kendilerine bağlanması için harekete geçerlerse de muvaffak olamazlar. Bu emellerinden
vazgeçmeyen Ermeniler, 1987 Ağustos’unda nüfus çoğunluğunun kendilerinde olduğunu ileri sürerek
bölgeyi ilhak etmek için Moskova’dan izin isterler. Şubat 1988’de Ermenistan’a bağlanma kararı alan
Karabağ Ermenilerinin Azerilere saldırmasıyla yaşanan çatışmalar kısa sürede genişler. Sovyet Komünist
Partisi’nin on dokuzuncu kongresinde Gorbaçov’un Karabağ sınırlarının değiştirilmeyeceğini söylemesi
üzerine Ermeni taşkınlığı gittikçe artar. Karabağ Ermenilerinin “Özerk Bölge” olarak Ermenistan’a
bağlandıklarını bildirmesi (12 Temmuz 1988) üzerine Ermenistan Yüksek Sovyeti de 1 Aralık 1989’da
Karabağ’ı ilhak ettiğini duyurur (Yılmaz, 2007: 80-81; Armaoğlu, ty:936-937). Moskova ise
Ermenistan’ın ve Karabağ Ermenilerinin bu isteklerini reddederek bölgenin yönetimini özel bir
komisyona bırakır. Sovyetler Birliği Yüksek Sovyeti “Özel Yönetim”i sonlandırmak için 28 Kasım
1989’da Karabağ’ın, Azerbaycan’a iadesine karar verir. Ancak Ermenistan bu kararı tanımayarak
Karabağ’ı ilhak ettiğini açıklar (Taşkıran, 1997:1193-1194). Bunun üzerine çatışmalar yaşanır. Rusya
Savunma Bakanı’nın araya girmesiyle ateşkes sağlanır. Zamanla uluslararası düzeyde sürdürülmesi
kararlaştırılan barış görüşmeleri sekteye uğrar. Rusların da desteğiyle saldırıya geçen Ermeniler, birçok
yerleşim yerini işgal eder. Tekrar uluslararası güçlerin devreye girmesiyle ateşkes sağlanır ancak önemli
bir sonuç alınamaz (Yılmaz, 2007: 81-82). SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bağımsızlığını ilan eden
Azerbaycan’ın Türkiye ile olumlu münasebetleri de gittikçe artmaktadır. Buna karşı Ermenilerin, Doğu
Anadolu topraklarına göz dikmesi ve Karabağ’a yönelik tutumları ise Türkiye-Ermeni ilişkilerini öteden
beri olumsuz etkilemektedir.
Tarihî ve kültürel bağlardan dolayı gerek Osmanlı Devleti gerekse Türkiye Cumhuriyeti, yapılan
haksızlıklara kayıtsız kalmayarak bölge dengelerini Ermeniler lehine değiştirecek her türlü fiilî ve resmî
girişimlerin karşısında durmuştur. Buna rağmen, sömürgeci devletlerin de desteğiyle saldırılara devam
eden Ermeniler, Karabağ’ı kendi sınırlarına katmak için katliamlarını sürdürmüştür. Karabağ meselesi,
bugün hâlâ kanayan bir yara olma özelliğini korumaktadır.
İki Şiirde Karabağ
Sınırın öte yanında yaşanan bu mağduriyetin acısı bütün Türk dünyasında olduğu gibi ülkemizde
de derinden hissedilmekte ve edebî eserlere de konu teşkil etmektedir. Bu bağlamda “Karabağ’a Mektup”
(Karakoç, 1997: 69-71) ve “Karabağ Hasreti” (Bakiler, 2010:207-208), üzerinde durulmayı hak eden iki
önemli manzumedir. Bildirinin devamında Karabağ meselesini içeren bu şiirler; muhtevaları, şekil ve
anlatım özellikleri başlıkları altında irdelenecektir.
Muhtevaları
Yayımlanış tarihi itibariyle muhteva bakımından çözümleyeceğimiz ilk metin, Abdurrahim
Karakoç’un “Karabağ’a Mektup” şiiridir. Eserleriyle halk şiirine çağdaş bir soluk getiren Karakoç,
“Yaşadığı çağı yorumlayan, gelecek çağlara mesaj gönderen söz sanatçısıdır.” Şiirleri ise “Madde ve
mana iklimine açılan bir gönül kapısıdır.” Onun nazarında şiir, hürriyettir. “Duyguların rengârenk
çiçeklenmesidir.” Sabah meltemini hissettiren aşk ve tabiat şiirlerinin yanında, zamana ve şartlara göre
keskin poyraz şeklinde tezahür edenleri de vardır. “Karabağ’a Mektup” (Karakoç, 1997: 69-71) da bu
türdendir. Karakoç’un bu şiiri de kendi ifadesiyle, “Siyasetin, zamanın, tarihin ve yaşanan realitenin
kristalize olmuş hâli” gibidir. Şiirin ilk bendi şu şekildedir:
“Bahtına ağlayan Azeri kızı
Sen Karabağ dersin, ben karayazı
Boşlukta çırpınır Türk’ün avazı
Sanma ki dertlerin azı bizdedir
65
Prof. Dr. Alim GÜR-Yaşar KESKİN/Karabağ Üzerine İki Şiir
Sizdeki yaranın özü bizdedir.”
Bir Azeri kızına hitaben yazılan bu manzum mektup, zulme uğrayan, yurtlarından edilen Karabağ
Türklerinin acılarının paylaşımı sayılabilir. Azerbaycan Türklerinin maruz bırakıldığı zulüm karşısında
Batılı devletlerin tepkisizliği anlaşılabilir olmakla birlikte, Müslümanların harekete geçmemesi kabul
edilemez bir gerçekliktir. Emperyalist güçler, başta din olmak üzere dünyevi çıkarları söz konusu iken
bile Haçlı zihniyetlerini koruyabildikleri halde İslam âleminin birlik sağlayamaması oldukça üzücüdür.
Bu yaklaşım, Karabağ Türklerini haklı davalarında yalnız bırakmaktadır. Bütün bunların farkında olan
şair, Azeri kızın şahsında Azerbaycan Türklerine seslenir. Tüm yokluklara rağmen onların bu mücadelede
hiç değilse fikren ve hissen yalnız olmadıkları, bütün ayrılıklara rağmen yüreklerin bir attığı vurgulanır:
“Gel gardaş diyorsun gelecek yol yok
Şehitler kabrine koyacak gül yok
Çilesiz saat yok, kavgasız yıl yok
Kurşunlar sizdedir, sızı bizdedir
Sizdeki yaranın özü bizdedir.”
Tarihte savaşçı özelliğiyle öne çıkan Türklerin bu hususiyetleri İslam’ın kabulüyle birlikte ayrıca
önem kazanmıştır. İslam’ın teşvikiyle dört bir yana gerçekleştirilen fetih hareketleri asırlar boyu
sürdürülür. Osmanlı’nın yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yılları göz önünde
bulundurduğumuzda denebilir ki gerek ülkemizde gerekse Azerbaycan’da “çilesiz saat, kavgasız yıl”
olmamıştır. Osmanlı Devleti, tarihî ve kültürel hiçbir ortaklığa sahip olmadığı müttefiklerine bile
yardımlarını esirgemezken Türkiye’nin uluslararası antlaşmalar ve farklı sebeplerden ötürü soydaşlarına
yardım elini uzatamaması gözleri bizde olan bölge halklarının beklentilerini boşa çıkarmakta ve onları
derin bir teessüre itmektedir.
“Türkmen’e mi, Kırgız’a mı yanmadım
Tatar’a mı, Çerkez’e mi yanmadım
İmdat diyen bir söze mi yanmadım
Uygur’un, Özbek’in gözü bizdedir
Sizdeki yaranın özü bizdedir.”
1840’lı yıllardan itibaren Rus esareti altına giren Türkistan Türkleri, bilinçli bir şekilde Müslüman
Türk kimliğinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Millî şuurun yok edilmesini amaçlayan program
dâhilinde suni bir ayrımla bölünmüşlerdir. Azerilik, Kırgızlık, Özbeklik gibi yapay ulus anlayışıyla
orijinal kimlik unutturulmuştur. Ortak tarih, kültür, dil ve din paydasından uzaklaştırılan Türkler, bu
asimilasyon sürecinin etkilerini üzerlerinden atamadıkları için yeni sürece katılımları da etkisiz olmuştur.
Azerbaycan’ın, Ermenistan karşısındaki durumu da bu açıdan değerlendirilmelidir (Attar, 2005:122).
Şiirin tamamı Karabağ Türklerine hasredilse de yukarıdaki dörtlükten anlaşılacağı üzere şair, Turancı bir
anlayışla bütün Türklüğü kucaklıyor ve her birinin kederini, hüznünü özünde hissediyor.
“Komünizm sağırdı, demokrasi kör
Batıdan beslenir her türlü terör
Haçlı mumyaları uyandı bak gör
Kaç asrın silinmez izi bizdedir
Sizdeki yaranın özü bizdedir.”
Komünizm ilk defa devlet rejimi olarak Sovyet Rusya’da uygulanmıştır. Aslında demokrasinin
beşiği ise Avrupa’dır. Şair, yönetim biçimlerinden hareketle emperyalist güçleri, Karabağ katliamına
kayıtsız kalışlarından dolayı eleştirerek onları kör ve sağır olmakla suçluyor. Özellikle her türlü terörün
Batı tarafından beslenilmesine dikkat çekiliyor.
“Birleşmiş Milletler benzedi sirke
Sadistler musallat edildi şarka
İsrail Arap’a, Ermeni Türk’e
Kısmet bazı sizde, bazı bizdedir
Sizdeki yaranın özü bizdedir.”
“Şark Meselesi” Avrupalı devletlerin Osmanlıyı yok etmek için öne sürdükleri bir projedir. Bu plan
doğrultusunda harekete geçen emperyalist güçler amaçlarına ulaşabilmek için zaman zaman Ermenileri
kullanırlar (Yıldırım, Özönder, 1990:7). XX. asrın başlarında, Türk düşmanlığı üzerine temellendirilen
Ermenilik şuurunun etkisini yitirmesi üzerine harekete geçen Ermeni örgütleri, bu şuuru ayakta
tutabilmek adına Türk düşmanlığını körükleyerek çatışma ortamından fayda sağlamaya çalışmışlardır.
66
III. Uluslararası Türk Dünyası Araştırmaları Sempozyumu
Evrensel hukuk kuralları çerçevesinde kalıp, barış yanlısı politikalar izlemesi gereken devletler ve
uluslararası
kuruluşlar
maalesef çıkarları doğrultusunda
terörü desteklemişlerdir (Uras,
1987:CLXXXVIII, CCXII). Söz sahibi devletler ve AGİK gibi milletler arası kuruluşlar Karabağ’ın
Azerbaycan’a ait olduğunu bildikleri halde Ermenilere her defasında göz yummuşlardır (Gömeç,1999:74-
75). Ne yazık ki Birleşmiş Milletler, uygulamalarıyla âdeta sirke dönüşmüş, sadist güçler Şark’a (İsrail
Arap’a, Ermeni Türk’e) musallat edilmiştir.
Şiirin ilk bendinde Azerbaycan Türklerinin Karabağ’daki olumsuz şartlarını “karayazı” olarak
niteleyen şair, bu tavrını son iki bende kadar sürdürmektedir. Yaşananları tarihî perspektiften yansıtan
Karakoç’un, vermek istediği mesaj şiirin sonlarına doğru netleşir. Şair, aşağıdaki son mısralarda bizdeki
değerleri sıralayarak Müslüman Türk âlemine umut aşılar:
“Böyle geldi, böyle gitmez bu oyun
Zalimleri iflah etmez bu oyun
Umdukları gibi bitmez bu oyun
Mazlumun ekmeği, tuzu bizdedir
Sevginin, şefkatin özü bizdedir.
Müslümanız, Türküz, haktan yanayız
Adaletle süt emziren anayız
Aşk harcıyla vücut bulmuş binayız
Âti bizde saklı, mâzi bizdedir
Sevginin, şefkatin özü bizdedir”
Üzerinde durmayı uygun gördüğümüz ikinci metin “Karabağ Hasreti”dir. Bu şiir, Y. Bülent
Bakiler’in Harman adlı kitabının “Turan” genel başlığı altında bulunan on üç şiirden biridir. İki bölümden
müteşekkil şiirin genelinde işlenen tema, Karabağ’a duyulan özlemdir. Çar ordularının Azerbaycan’a
girmesiyle başlayan Şiî-Sunni gerginliği zamanla çatışmaya dönüşür. Şairin dedeleri de Osmanlı
topraklarına geçen bir kısım Sunniler arasında yer alır. Kökeni Karabağ’a dayanan Yavuz Bülent
Bakiler’in eski Türk yurtları için yazdığı şiirlerdeki duygu yüklü tavır, biraz da bundan kaynaklanır. Şair,
söz konusu şiirleri derin bir sıla hasreti içinde sızlayan bir yüreğin sayıklamasına, sevgilisinden uzak
kalan çaresiz bir kimsenin göğüs geçirmesine veya bir müminin samimi yakarışlarına benzetir.
“Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır:
Camileri yıkılmış, minareleri yarım…
Bu şehrin çilesini ben çekerim yıllardır
Hasretini ben duyarım.”
Aslen Karabağlı olmasına rağmen Türkiye sınırları içinde dünyaya gelen Bakiler, ata yurduna
sadakatle bağlıdır. Engel teşkil eden mesafeler şairin hasretini kat kat artırmıştır. Karabağ uzaklarda
kalmıştır artık. İşgallere uğramış, tarumar edilmiştir. Şehadetleri dinin temeli olan ezanlar kısık, camiler
yıkılmış, minareler yarımdır. Yavuz Bülent, yıllardır zulmedilen, katliamlara maruz kalan, ata
topraklarından koparılmak istenen Karabağ’ın çilesini çekmektedir.
“Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır:
Ki sızlatır yüreğimi yıllardan beri
Vatan olmasına vatan Anadolucasına
Ana vatan haritamda yok yeri”
Uzun müddet Müslüman Türklerin egemenliği altında bulunan Karabağ, yakın döneme kadar Türk
nüfusunun çoğunlukta olduğu bir bölgeydi. Ancak, çıkarcı emperyalist güçlerin politikaları neticesinde
stratejik baskı ve tehcirle Karabağ Türkleri yurtlarından edildiler. Yerlerine Ermeniler getirilerek burada
suni bir alan oluşturuldu. Karabağ’ın, yerli halkla bağlantısı kesilmekle kalmadı, bölge cebren
Ermenistan’a bırakılmak istendi. “Bir millet, iki devlet” ilkesi göz önünde bulundurulduğunda
Azerbaycan sınırları içerisinde bulunan her karış toprağın, Türkiye için Anadolu hükmünde olduğu
anlaşılacaktır. O halde Karabağ Ana Vatan sınırları içerisinde olmasa da Anadolucasına bir vatandır.
Bilindiği üzere Yahya Kemal de “Eylül Sonu” (Beyatlı, 2008:33) şiirinde vatandan ayrılışın zorluğunu,
“Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor/Lâkin vatandan ayrılışın ıztırâbı zor” beytiyle ustaca dile
getirmişti.
“Güzelim türküleri türkülerimiz gibidir
Ve kalpaklı, bindallı oyunlarını balam
67
Prof. Dr. Alim GÜR-Yaşar KESKİN/Karabağ Üzerine İki Şiir
Bilenlerimiz bilir
Bir gün bir selam gitse Anadolumdan
O şehirden sımsıcak bin selam gelir.”
Din, dil, ırk, tarih ve kültür bakımından ortak paydada yer alan ülkelerin pek çok bakımdan
birliktelik göstermesi kaçınılmazdır. Türküleri, giyim kuşamları, gelenek ve görenekleri benzerlik
gösteren Türkiye ve Azerbaycan yukarıda da değindiğimiz gibi “Bir millet iki devlet”tir. Bütün bu
değerler, farklı coğrafyalarda farklı bayraklar altında bulunulsa dahi muhatapları bir arada tutmaya, zor
zamanlarda kenetlenmeye yetecek ölçüdedir.
“Öz yurduma yıllar yılı hasret duyarak
Mecnun gibi Ferhat gibi bir gönül verdim
Bir gelen olsaydı Karabağ’ımdan
Gider ayaklarına gözlerimi sürerdim.”
Şiirin ilk dörtlüğünde hissettiğimiz vatan hasretini, ayrılık acısını benzer şekilde burada da
görmekteyiz. Öz yurdundan senelerce ayrı düşen şair, orijinal bir söyleyişle Karabağ’ı sevgiliyle
özdeşleştirir. Sevdalarıyla efsaneleşen Mecnun gibi Ferhat gibi gönül vermiştir sevdiğine, Karabağ’ına.
Kör düğümlerle bağlanmıştır taşına toprağına. Öyle ki Karabağ’ı az da olsa hissetmek için oradan gelen
birinin ayaklarına gözlerini sürmeye bile razıdır.
“Bir gün biterse her şey Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler…
Allahım ruhuma biraz huzur ver
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübarek
Karabağ toprağından serpilse yeter.”
Yavuz Bülent Bakiler’in Azerbaycan’a ilk ziyareti 1980 senesinde gerçekleşir. Bakü’ye geldiği
ikinci gün Karabağ’a gitmek ister. Moskova’dan izin alması gerektiği için bu arzusunu gerçekleştiremez.
Bir sonraki kavuşma iki sene sonra ancak mümkün olabilecektir. Bu gelişinde Karabağ’dan Türkiye’ye
iki avuç toprak götürmek ister. O toprağın bir avucunu Sivas’ta bulunan babasının mezarına koyacaktır.
Öteki bir avuç toprak da vasiyeti gereği çocukları tarafından kendi üzerine serpilecektir. Yani, Türkiye
toprağıyla beraber ebediyen Karabağ toprağı altında yatmak ona yetecektir.
Достарыңызбен бөлісу: |